12 EYLÜL, ALPARSLAN TÜRKEŞ VE DAVA
ARKADAŞLARININ CEZAEVİ YILLARI
12 Eylül öncesinde terör bütün ülke sathına yayılmıştı. İstanbul,
Ankara, İzmir ve Adanagibi büyük şehirlerde, eğitim kurumları ve
üniversitelerde gençlik üzerine oynanan oyunlar,zamanla fabrikalara, iş
yerlerine ve mahallelere taşınmış, böylece halkı tedirgin etmek ve
sosyalhayatı kargaşaya düşürmek amaçlanmıştır. Nitekim kurtarılmış
okullar, iş yerleri ve mahalleler ortaya çıkmış, devlet otoritesi ve
halkın huzur ve sükûnu bozulmuştur. Büyük şehirlerde ideolojik
çatışmalarşeklinde cereyan eden olaylar Anadolu'da mezhep ve etnik
çatışmalara doğru yönlendirilmeye çalışılmış ve bir ölçüde de bunda
başarı sağlanmıştır. Özellikle, İskenderun, Adana, Maraş, Sıvas, Çorum
ve Ordu çizgisinde gelişen terör olayları bu açıdan dikkate değer
olaylardır. Sol ve bölücü örgütler bu hatta Alevî-Sünnî, Kürt-Türk
çatışması gibi göstermeye çalıştıkları eylemleriyle, Türkiye'yi ortadan
ikiye bölen bir plânı yürürlüğe koymuşlardır. 1977 Maraş Olaylarında ölü
ele geçen sünnetsiz teröristlerin Ermeni olmaları bu olaylarda dış
tahrikçilerin rolünü ortaya koyacaktır. Aynı senaryo, Çorum ve Sivas'ta
da tekrarlanmış ve ülkücülerin Alevîlere saldırısı gibi olay provake
edilmeye çalışılmıştır. Ne yazık ki, 12 Eylül idaresi de bu provokasyonu
mahkemelerde "kanıt"lamaya çalışmıştır.
Türkiye'de terörün nihaî hedefinin bir iç savaş çıkararak, Türkiye
Cumhuriyeti'ni ortadankaldırmak olduğu artık hepimizin malumudur.
Özellikle 1 Mayıs 1977'deki hadise ve KahramanmaraşOlayları ile yeni bir
hız ve kimlik kazanan terör ve anarşi, önce komünizmi gerçekleştirme
yönündekarşısında en büyük engel olarak gördüğü ülkücü kişi ve
kuruluşları, ardından da tüm demokratik yapıyı ve halkımızı hedef
alacaktır. 5.000'den fazla insanımızın canına mal olan bu terör ve
anarşinin ardında hiç şüphesiz iç ve dış mihrakların önemli bir rolü
bulunmaktadır. Aynı silâhlarla hem sağ hem sol görüşlü kişilerin
öldürülmesi, faili meçhul kalan olaylar ve ölümler ve 11 Eylül'de oluk
gibi akan kanın 12 Eylül günü bıçakla kesilmiş gibi durması bu büyük
oyunun emareleridir. MHP davasında da görüleceği gibi pek çok olayın,
milliyetçilere mal edilmeye çalışılması, amacına tam olarak ulaşamayan
"sistemin intikamı" olarak nitelendirilebilir. 12 Eylül darbesini daha
iyi anlayabilmek için iç ve dış siyasî gelişmeleri de iyi
bilmekgereklidir. Çünkü Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren anarşi ve terör
olayları dış gelişmelerle paralele bir seyir takip etmiş ve iç siyasî
gelişmelerdeki istikrarsızlıkların körüklediği anarşi ortamında,
demokrasi dışıeğilimlerin amaçlarına erişmelerine hizmet etmiştir.
Anarşi ve terör ülkücü-milliyetçi düşüncenin gelişmesi önünde en büyük
engeldir. Çünkü milliyetçilik, bütün bir milleti kucaklayan birleştirici
bir unsurdur ve bu fikir ancak daha demokratik bir düzende gelişip
serpilebilir.
Erol Güngör'ün de belirttiği gibi Milliyetçilik halka dayanan bir
hareket olduğu için millîiradeye azamî serbestlik tanımak, yani
demokratik olmak zorundadır O hâlde 12 Eylül'e yani bizi kaosa
sürükleyen özellikle sol ve bölücü teröre karşı çıkmak, 12 Eylül
idaresini "meşru" kabuletmemizi veya desteklememizi gerektirmez.
Alparslan Türkeş'in beyanları da bu fikir doğrultusundaolmuştur.12 Eylül
öncesindeki dış siyasî gelişmelerin Türkiye'yi yakından ilgilendirdiği
aşikârdır.Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya
Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan soğuk savaşDöneminde kendi ideolojilerini
hâkim kılmak için sürekli çekişmişler ve 1970 başlarında
dengeleriSağlamak maksadıyla "detant" (yumuşama) ilân etmişlerdi.
Silâhsızlanma görüşmeleri (SALT-I,II) veYumuşamanın ardında yeni bir
"paylaşım" mutabakatı söz konusudur. Nitekim 70'lerin ortasındaki Orta
Doğu gelişmeleri, İran ve Afganistan olayları böyle bir döneme rastlar.
Amerika'nın bölgedekigücünü, Sovyetler aleyhine artıran Mısır-İsrail
arasındaki Camp David Antlaşmasının ardından(1979), İran'da şah rejimi
devrilir ve Humeyni liderliğinde şeriat devleti kurulur ( Şubat 1979).
Bu gelişme şüphesiz Amerika'nın çıkarlarına ters düşmektedir. Çünkü o
zamana kadar İran, Amerika'nın bölgedeki en yakın müttefikidir. Aralık
1979'da Sovyetlerin Afganistan'ı işgali ve burada kukla bir hükûmet
kurması da Batı için olumsuz bir gelişmedir.
12 Eylül öncesinde terör bütün ülke sathına yayılmıştı. İstanbul,
Ankara, İzmir ve Adana gibi büyük şehirlerde, eğitim kurumları ve
üniversitelerde gençlik üzerine oynanan oyunlar, zamanla fabrikalara, iş
yerlerine ve mahallelere taşınmış, böylece halkı tedirgin etmek ve
sosyal hayatı kargaşaya düşürmek amaçlanmıştır. Nitekim kurtarılmış
okullar, iş yerleri ve mahalleler ortaya çıkmış, devlet otoritesi ve
halkın huzur ve sükûnu bozulmuştur.
Büyük şehirlerde ideolojik çatışmalar şeklinde cereyan eden olaylar
Anadolu'da mezhep ve etnik çatışmalara doğru yönlendirilmeye çalışılmış
ve bir ölçüde de bunda başarı sağlanmıştır. Özellikle, İskenderun,
Adana, Maraş, Sıvas, Çorum ve Ordu çizgisinde gelişen terör olayları bu
açıdan dikkate değer olaylardır. Sol ve bölücü örgütler bu hatta
Alevî-Sünnî, Kürt-Türk çatışması gibi göstermeye çalıştıkları
eylemleriyle, Türkiye'yi ortadan ikiye bölen bir plânı yürürlüğe
koymuşlardır. 1977 Maraş Olaylarında ölü ele geçen sünnetsiz
teröristlerin Ermeni olmaları bu olaylarda dış tahrikçilerin rolünü
ortaya koyacaktır. Aynı senaryo, Çorum ve Sivas'ta da tekrarlanmış ve
ülkücülerin Alevîlere saldırısı gibi olay provake edilmeye
çalışılmıştır. Ne yazık ki, 12 Eylül idaresi de bu provokasyonu
mahkemelerde "kanıt"lamaya çalışmıştır.
Türkiye'de terörün nihaî hedefinin bir iç savaş çıkararak, Türkiye
Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmak olduğu artık hepimizin malumudur.
Özellikle 1 Mayıs 1977'deki hadise ve Kahramanmaraş Olayları ile yeni
bir hız ve kimlik kazanan terör ve anarşi, önce komünizmi gerçekleştirme
yönünde karşısında en büyük engel olarak gördüğü ülkücü kişi ve
kuruluşları, ardından da tüm demokratik yapıyı ve halkımızı hedef
alacaktır. 5.000'den fazla insanımızın canına mal olan bu terör ve
anarşinin ardında hiç şüphesiz iç ve dış mihrakların önemli bir rolü
bulunmaktadır.
Aynı silâhlarla hem sağ hem sol görüşlü kişilerin öldürülmesi, faili
meçhul kalan olaylar ve ölümler ve 11 Eylül'de oluk gibi akan kanın 12
Eylül günü bıçakla kesilmiş gibi durması bu büyük oyunun emareleridir.
MHP davasında da görüleceği gibi pek çok olayın, milliyetçilere mal
edilmeye çalışılması, amacına tam olarak ulaşamayan "sistemin intikamı"
olarak nitelendirilebilir. 12 Eylül darbesini daha iyi anlayabilmek için
iç ve dış siyasî gelişmeleri de iyi bilmek gereklidir. Çünkü Türkiye'yi
12 Eylül'e götüren anarşi ve terör olayları dış gelişmelerle paralele
bir seyir takip etmiş ve iç siyasî gelişmelerdeki istikrarsızlıkların
körüklediği anarşi ortamında, demokrasi dışı eğilimlerin amaçlarına
erişmelerine hizmet etmiştir. Anarşi ve terör ülkücü-milliyetçi
düşüncenin gelişmesi önünde en büyük engeldir. Çünkü milliyetçilik,
bütün bir milleti kucaklayan birleştirici bir unsurdur ve bu fikir ancak
daha demokratik bir düzende gelişip serpilebilir. Erol Güngör'ün de
belirttiği gibi Milliyetçilik halka dayanan bir hareket olduğu için
millî iradeye azamî serbestlik tanımak, yani demokratik olmak zorundadır
O hâlde 12 Eylül'e yani bizi kaosa sürükleyen özellikle sol ve bölücü
teröre karşı çıkmak, 12 Eylül idaresini "meşru" kabul etmemizi veya
desteklememizi gerektDış siyasî gelişmelerin yanı sıra iç siyasetteki
gelişmeler de 12 Eylül Harekâtı'nın gerçekleşmesi yolunda önemli bir yer
tutar. 12 Mart hükûmetlerinin ardından 1973 yılında yapılan ilk
seçimlerde, İnönü'ye karşı giriştiği liderlik yarışını kazanan Ecevit,
büyük bir başarı elde ederek 185 milletvekili ile CHP'yi birinci parti
konumuna getirmişti. Muhtıra sonunda kapatılan Millî Nizam Partisi'nin
yerine kurulan Millî Selâmet Partisi ile oluşturulan Ecevit-Erbakan
koalisyon hükûmeti bir yandan Kıbrıs'a çıkarma yapma başarısını
gösterirken diğer yandan "genel af" ilân ederek, 1971 öncesinin bütün
militanlarını sokağa salmışlardır. Türkiye'de anarşinin yeniden
başlamasında şüphesiz bu genel affın büyük katkısı olacaktır. Anarşinin
canlanmasındaki diğer bir unsur ise "siyasî iktidarsızlık" olmuştur. 12
Mart'tan, 12
Eylül'e uzanan 9 yılda tam 10 hükûmet kurulmuş ve yıkılmıştır. Bu
hükûmetler şunlardır:
1-I.Erim Hükûmeti (Nisan 1971-Aralık 1971)
2-II.Erim Hükûmeti (Aralık 1971-Nisan 1972)
3-Ferit Melen Hükûmeti (Nisan 1972-Nisan 1973)
4-Naim Talu Hükûmeti (Nisan 1973-Şubat 1974)
4-I.Ecevit Hükûmeti (Şubat 1974-Ekim 1974)
5-Sadi Irmak Hükûmeti (Kasım 1974-Mart 1975)
6-I.Milliyetçi Cephe (MC.) Hükûmeti (Mart 1975-Mayıs 1977)
7-II.Ecevit Hükûmeti (Haziran 1977-Temmuz 1977)
8-II.MC Hükûmeti (Ağustos 1977-Aralık 1977)
9-III.Ecevit Hükûmeti (Ocak 1978-Ekim 1979)
10-Demirel Hükûmeti (Kasım 1979- Eylül 1980) irmez. Alparslan Türkeş'in
beyanları da bu fikir doğrultusunda olmuştur.
1975 yılında MHP, AP, CGP ve MSP'nin oluşturduğu bir milliyetçi partiler
koalisyonu kurulmuş ve bu koalisyon hükûmeti bu dönemin en uzun
hükûmeti olma özelliğini kazanmıştır. Ancak terör grupları, bazı medya
ve siyasîler, özellikle Türkeş'in iktidara ortak olmasını kendileri
açısından mahzurlu bulduklarından faaliyete geçmekte gecikmemişlerdir.
Sol örgütler, anarşi ve terörü tırmandırırken, bazı medya organları ve
siyasîler ölçüsüz bir muhalefet sergilemişlerdir. Bu ortamda gidilen
1977 seçimlerinde CHP, 213 milletvekiliyle büyük bir oy patlaması
göstermiş, MHP ise 3 olan milletvekili sayısını 16'ya çıkarırken oy
oranını %67 oranında artırarak, seçimin asıl başarılı partisi olmuştur.
Ecevit, Milliyetçi Cephe iktidarını yıpratmak için aşırı sola büyük
tavizler vermenin sıkıntısını sonraları daha çok hissedecektir. İktidara
geldiğinde "Ben size kapıları açacağım, kapıları kırmanıza gerek yok "
diyen Ecevit, 11'ler Olayı diye bilinen, "Güneş Motel" pazarlıklarıyla,
milletvekili transferlerini gündeme getirmiş, bu örneklerle ne denli bir
"iktidar hırsı"na sahip olduğunu göstermiştir. İktidar hırsının,
memlekete verdiği zararın ne ölçülere vardığını bazı siyasiler idrak
edememişlerdir. Partisinin ambleminde yer alan "anahtar"ı, siyasî
hesapları için sıkı sıkı elinde tutan Erbakan, parlâmentonun
kilitlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. "kerhen" verdiği desteklerle,
"kadayıfın altının kızarmasını" bekleyen politikalarıyla Erbakan,
Ecevit ve Demirel hükûmetlerinde ölçüsüz istek ve taleplerde bulunurken,
kadayıfın değil, ülkenin yanmasına vesile olacaktır.
Demirel ise, Ecevit ile olan siyasî çekişmelere o kadar dalmıştır ki,
yangının farkına dahi varamamıştır. Sokaklar savaş yerine dönerken o
"Yollar yürümekle aşınmaz" diyerek kayıtsızlığını göstermiştir. Patlak
veren petrol krizi ve buna bağlı olarak bozulan ekonomi, aşırı zamlarla
telâfi edilmeye çalışılmış, bu da gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu
beraberinde getirmiştir. Temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu, uzun
kuyruklar ve kara borsa özellikle Ecevit hükûmetlerinde artık
"kanıksanır" hâle gelmiştir. Çünkü geçim derdindeki halk aynı zamanda,
can derdine düşmüştür. Özellikle 1977'den itibaren anarşi ve terör büyük
bir hız kazanarak ülkeyi yaşanmaz bir hâle getirmiştir.
Devlet otoritesinin zaafa uğraması ve siyasî istikrarsızlık milleti
uçurumun kenarına kadar sürükleyecektir. Bölücü ve yıkıcı unsurlar
millet ve devletin varlığını tehdit etmeye başlamış, kurtarılmış
mahalleler hatta şehirler ortaya çıkmıştır. Sabah evinden çıkan bir
gencin akşam evine gelebilmesi onun en büyük mutluluğu olmuştur.
Ülkenin huzur ve sükûnunu yeniden sağlamak için demokrasi içerisinde
kalmak kaydıyla, sıkıyönetimin ilan edilmesi ve siyasî uzlaşmanın
parlâmento içerisinde sağlanması, artık kaçınılmazdı. Alparslan Türkeş,
bu vahim durum karşısında sıkıyönetim ilân edilmesini sürekli olarak öne
sürerken, muhalifler onu askerî rejim taraftarı olmakla itham
etmekteydi. Fakat müessif Kahraman Maraş Olayları ile bölücü ve yıkıcı
unsurların, ülkede bir kardeş kavgası çıkarma niyetleri açığa çıkarınca,
Ecevit sıkıyönetimi ilan etmek zorunda kaldı. Ancak sıkıyönetim akan
kanı durdurmakta istenilen başarıyı gösteremedi.
Sıkıyönetime rağmen olaylar tırmanıyor veya tırmandırılıyordu. Belki de
birileri parlâmento ve siyasîlerin irade zaafiyetlerini, bu olaylarla
halka teşhir ettirerek, halkın siyaset ve siyasetçiden ümidini kesmesini
bekliyordu. Ülkedeki olaylar birileri tarafından seyrediliyor ve âdeta
zaman kollanıyordu. İnsanlarımız bir yandan komünist terör,diğer yandan
ekonomik terörle yaşama savaşı verirken;bir grup "hain adam" ise, kendi
iktidarlarının önünün açılması ve batılı ağabeylerinden muhtemel bir
harekette "okey" alabilmek için, akan kanın çoğalmasını bekliyordu.
Elbette anarşi ve terör böyle bir vasatta, milleti sistemden
soğutabilmede etkili olurdu. Parlâmento ve partilere olan güvensizlik,
siyaset ve siyasetçiye "kötü" gözle bakılmasına, dolayısıyla demokrasi
kurumlarına "soğuk" ve "kayıtsız" kalmayı beraberinde getirecektir.
İşte bu tehlikenin farkına varan Alparslan Türkeş, kilitlenen
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uzlaşmacı bir tavır sergileyerek,
parlâmentonun bir an evvel cumhurbaşkanını seçmesi için CHP'ye dahi
teklifler götürmüş, partilerin uzlaşması için çağrıda bulunmuştur. Cahit
Karakaş'ın meclis başkanı seçilmesinde de parti kaygısını bırakıp,
devlet menfaatlerini gözeten yine Alparslan Türkeş ve partisi MHP
olmuştu.
Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Erzurum'daki bir askerî tatbikatta
siyasîlere olan güvensizliği ve terörün boyutlarını vurgulayarak, üstü
kapalı bir uyarıda bulunmuş ve darbe koşullarının oluştuğunu bu
konuşmasıyla ima etmiştir.
Ancak MSP'nin Konya mitinginden sonra kuvvet komutanları ülke yönetimine
el koymaya artık tamamen karar vermişler ve nihayet 12 Eylül 1980'de
askerî hareket sonucunda Silâhlı Kuvvetler ülke idaresini üslenmiştir.
11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan gece 03.00'te Ankara ve bütün Türkiye
tank sesleriyle uyanmış, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren beraberindeki
dört kuvvet komutanı ile TRT'den halka hitap ederek ordunun yönetime el
koyduğunu açıklamıştır. Org. Kenan Evren, ordunun iç hizmet kanununda
yer alan "Cumhuriyeti koruma ve kollama" görevine dayanarak, yönetime
niçin el koyduklarını anlatan konuşmasında, ülkenin bir kardeş kavgasına
sürüklendiğinden ve siyasîlerin bu durum karşısında üzerlerine düşeni
yapmadıklarından bahseder. Kenan Evren'e göre, silâh arkadaşlarının
yönetimi ele alma gibi bir amaçları yoktur ve sadece şartların
zorlamasından dolayı 12 Eylül Harekâtı'na gidilmiştir.
Hâlbuki, kendi hatıralarında da belirttiği gibi 11 Eylül gecesi,
özellikle MHP Genel Merkezi'ne plânlı bir operasyon düzenlenmiş, emri
alır almaz bütün askerî birlikler harekete geçirilerek, önemli noktalar
tutulmuştur. Dolayısıyla, 12 Eylül Harekâtı çok önceden plânlanmış ve
uygulamaya konulmuştur.
Nitekim Türkiye'ye henüz büyük elçi atanmadan ABD Büyükelçisi Hupe,
"Askerlerin yönetime el koyması beni şaşırtmamıştı" diyerek, aslında
darbeden daha evvel haberdar olduklarını ima etmiştir. 12 Eylül Harekâtı
ile parlamenter demokratik hayat rafa kaldırılmış ve ülke Genelkurmay
ve kuvvetkomutanlarından oluşan "Millî Güvenlik Konseyi" tarafından
yönetilmiştir. Konsey üyeleri, Kara KuvvetleriKomutanı Org. Nurettin
Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri
KomutanıNejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Cilasun'dan ibaret
olup, Genelkurmay başkanı KenanEvren konsey başkanı ve daha sonra da
devlet başkanı sıfatlarını kullanacaktır. Konsey, ilk icraat
olarak,parti başkanlarını ve bazı üst düzey yöneticilerini gözetim
altına almış ve bu hareketi de onların cangüvenliğini sağlama gerekçesi
ile açıklamıştı. Buna göre Ecevit ve Demirel Hamzakoy'da, Erbakan ise
Uzunada'da gözetim altına alınmıştı. Alparslan Türkeş, darbenin
muhtevasının netliğe kavuşmasını bekleyerek üç gün süreyle teslim
olmadı. Onun bu üç günü, Ankara'da Halil Şıvgın'ın evinde geçirdiği daha
sonra ortaya çıkacaktır. Alparslan Türkeş'in bu hareketi, bazı basın
yayın organlarınca çarpıtılarak, askerlerin kendisine yardımcı olduğu ve
yurt dışına kaçtığı şeklinde duyuruldu. Hâlbuki o üç gün sonra
kaçmadığını, kendiliğinden teslim olarak gösterdiği gibi 12 Eylül'ün en
mağdur ettiği lider olduğu da MHPDavası'nda ortaya çıktı. İzmir
yakınlarındaki Uzunada'ya gönderilen Alparslan Türkeş, bir ay
sonraAnkara'ya getirilip, ilk sorgusundan sonra tutuklanacaktır. Çünkü
askerî savcı Türkeş'in birtakımeylemlere karıştığını iddia ederek,
yargılanmasını talep etmiştir. Ankara'ya getirilen Türkeş, bir
müddetceza evi hâline getirilen Ordu Dil Okulu'nda tutuklu kaldıktan
sonra, uzun yıllarının geçeceği MamakAskerî Tutukevi'ne nakledilir.
12 Eylül'ün Türkeş ve ülkücülere kurduğu tezgâh artık resmen işlemeye
başlamıştır. AralarındaAlparslan Türkeş ve MHP yöneticilerinin bulunduğu
587 kişi, "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davasındaidam talebiyle
yargılanma(ma)ya tâbi tutulmuşlardır. Mamak Askerî Cezaevinin C 5
işkencehanelerindeyıllarca süren sorgular, mesnetsiz suçlamalar ile bu
dönem, ülkücü gençliğin unutamayacağı veaffedemeyeceği bir dönem
olacaktır. Savcı Nurettin Soyer tarihe utanç vesikası olarak geçmiş olan
iddianamesinde, başta Alparslan Türkeş olmak üzere pek çok ülkücünün
"146/1" yani "idam"lacezalandırılmasını talep etmekteydi. Savcı,
Alparslan Türkeş'in idamını istediği "iddianame"de suç delili olarak
şunları öne sürmekteydi.
"(Alparslan Türkeş), İktidarı ele geçirmek için siyasî parti içinde yer
alarak genel başkanlığa kadaryükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar
çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen toplamakişlemlerini yürütürken,
bir yandan da, yönetimi ele geçirip yukarıda belirtilen düşünceleri
yönünde birdevlet düzeni getirmeyi amaçlamış, bu amaç uğruna kurduğu
örgütlenmeyle Türkiye ahalisini birbirialeyhine toplu kıyıma
götürmüştür. Bunun için MHP, MHP Gençlik Kolları, Ülkücü Dernekler,
Ülkücü Meslek Teşekkülleri ve bazı mahalle, okul ve yurtlarda
vatandaşlar arasında merkeziyetçi, yukarıdanaşağıya kademeleşmiş,
otoriter, organize bir teşkilâtlanmaya gitmiştir...
(Toplu kıyım(!) amacıyla; 1980 Temmuz ayı içerisinde Yılma Durak ve
Celâl Adan ile konuşurkenDİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu
söylemiş), "konuşma bitip kalkarken elini yatay birşekilde ot biçer gibi
yaparak" DİSK Başkanı Kemal Türkler'in yokedilmesini emretmiş(!)..."
Kılıfı önceden hazırlanmış, ima ve düşüncelere dayalı bu iddia savcının
maksat ve niyetini göstermesibakımından ilgi çekicidir. 27 Mayıs
Davası'nda mahkeme başkanının "Ne yapayım sizi buraya gönderengüç böyle
istiyor" demesi gibi, 12 Eylül mahkemelerindeki iddialar da Türkeş ve
ülkücülere "sisteminintikamı"nı hatırlatıyordu. Ancak Soyer, verdiği
örneklerle kendi kimliğini de ortaya koymaktaydı. Onagöre "sağ,
tutuculuk ve gericilik ile eş anlamda" iken "ülkemizdeki sol düşünce
1968'den bu yana UzakDoğu ve Güney Amerika'daki kurtuluş savaşlarının
etkisi altında kalarak... tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye
sloganıyla" ortaya çıkmıştı Alparslan Türkeş, bu tarafgir iddiaya, bütün
olumsuz şartlara rağmen, şiddetle karşı koydu. Onun 14Ekim 1981'de
yaptığı uzun savunmada ilk söylediği "Bu iddianame baştan aşağı yalan ve
iftiradanibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim, konuşmalarım,
icraatım bu iddialara baştan aşağıyareddiyeden ibarettir" olmuştur.
Türkeş'in bu konuşmayı yapmasından iki gün sonra Evren'in emriyle bütün
siyasî partiler kapatılarakmal varlıklarına "kayyum" vasıtasıyla el
konulmuştur. Böylece diğer partiler gibi MHP de, henüzmahkemeler bir
karar vermeden suçlu bulunarak siyasî faaliyetlerden men edilmiş
oluyordu. Türkeş 12Eylül'ü, işkenceleri ve mahkemeleri tarihin
süzgecinden geçirerek şöyle anlatacaktır:
"12 Eylül 1980 sonrası MHP genel merkez binalarında yapılan aramalarda,
şahsımın ve bütün partiyöneticilerinin "Türkiye'de katliam yaptıklarını
gösteren deliller bulunduğu" ileri sürülerek, aramalarınhemen ikinci
gününden soruşturma başlatıldı. Ayrıca benim ve diğer parti yöneticileri
hakkındasoruşturma yapılabilmesini temin bakımından Millî Güvenlik
Konseyi tarafından özel bir kanunçıkarılmıştır. Keza, iddianamede de
açıkça kaydedildiği üzere, belirtilen suçtan soruşturmayabaşlanması için
kanunen şart koşulmuş olan soruşturma emri, MGK tarafından verilmiştir.
Hazırlık tahkikatı neticesinde yaptırıldığı ileri sürülen katliamların
faşist bir devlet düzeni kurmakamacıyla gerçekleştirildiği iddiasıyla
haklarımızda idam cezası talebiyle dava açıldı.Bu iddianamede MHP'nin
bir silâhlı çeteye dönüştüğü ileri sürülerek diğer bütün parti
yöneticilerinin deidam ile cezalandırılması talep edilmekteydi. Bu
iddiaların yanında şahsımın, DİSK genel başkanı olduğuiçin Kemal Türkler
ve Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul'un öldürülmeleri olayında
azmettiren sıfatıile sorumluluğum bulunduğu da iddia edilmekteydi.
Gerçek dışı oldukları daha ilk bakışta anlaşılabilecek, o zamanki
delillere göre bile ileri sürülmesimümkün olmayan böyle bir ithamla
suçlanmış olmam yüzünden 5 yıla yakın süre tutuklu kaldım.Yıllarca süren
yargılama sonunda "Faşist bir düşünce yapısına sahip olup böyle bir
devlet düzenikurdurmak için katliamlar yaptırıldığı" suçlamasının gerçek
dışı olduğu bizzat iddia makamı tarafındankabul edilmiştir." "Esas
hakkındaki mütalâada hakkımızda beraat kararı verilmesinin talep
edilmesi gerekirken, o günekadar kimse tarafından farkına bile
varılmamış, hatta hasımlarımız tarafından bugüne kadar bir siyasîsuçlama
olarak dahi ileri sürülememiş yepyeni bir isnatta bulunulmuştur. İlmî
gerçeklere. İslâm dininintemel kurallarına ve dosyada mevcut delillere
son derece aykırı bu suçlamada, lâiklik ilkesine aykırıAnayasa dışı bir
düzeni cihat ilân ederek gerçekleştirmeye teşebbüs ettiğimiz ileri
sürülmekteydi".İşkence zoru ile alınan polis ifadelerine rağmen,
şahsının hiçbir anarşik olayla ilgisinin olmadığınınaçıkça ortaya
çıktığını belirten Türkeş, savunduğu fikirlerin Anayasa'ya aykırı
olmamasına rağmenmahkûmiyeti yoluna gidildiğini ifade etti.
Lideri bulunduğu siyasî partinin silâhlı çeteye dönüştüğü iddiasına ve
bütün yöneticilerinin idamınınistenmesine rağmen, sadece kendisine ceza
verilerek, diğer parti yöneticilerinin "beraat " etmelerini"çok manidar"
bulan Türkeş :
"Yargılama boyunca, suç teşkil edecek, kanun dışı mahiyeti haiz hiçbir
fikrim ve fiilimin bulunmadığıgörülmüştür. Buna rağmen, sadece
antikomünist fikirlerim yüzünden amme nizami için şahsımıntehlikeli
kabul edilmesi sonucunu doğuran bir hükme maruz kalmam kanun ve usule
aykırıdır. Bumahkûmiyet kararının hukuk düzenimiz, İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler Anayasası veyüksek mahkeme
kararlarına aykırı olduğu son derece açıktır.
Bu mahkûmiyet hükmü, tarafsızolmadığını hakkımızda peşin kanaatler
taşıdığını delilleri ile ortaya koyduğumuz hâkimlerin bulunduğu
birheyetçe verilmiş olmakla da gerek kamu vicdanında gerekse, gerekse
yüksek mahkeme nezdinde tasvipgörmeyeceğine inandığım karardır. Kaldı
ki, bahse konu hâkimler, duruşmalar sırasında bizzat kendiağızlarından
verecekleri kararın millet tarafından kuşku ile karşılanacağını, bunun
da adalete gölgedüşüreceğini beyan ederek hâkimlikten çekilmişlerdir.
Kendilerinin sağlıklı bir karar varmadan ve davayıgörmede kuşkuya
kapıldıklarını belirten hâkimlerin kendileri ile ilgili bu
değerlendirmelerinin ne kadardoğru ve isabetli olduğu verilen mahkumiyet
kararı ile ortaya çıkmıştır." dedi.
12 Eylül mahkemeleri zulmün, işkencenin ve adaletsizliğin birer canlı
örneği olarak daimahatırlanacaktır. Ülkücülere, Türk milliyetçilerine
karşı kasıtlı olarak düşmanlıkla ve ön yargıyla hareketedildiğini ifade
ederek, şunları söyledi:
"Türk milliyetçilerini suçlu gösterebilmek için özel gayret
gösterilmiştir. Ülkücü hareketi lekelemek amacıyla ne gerekiyorsa
yapılmıştır. Bunları gerçekleştirebilmek içinMamak'ta C-5 adı verilen
bir baraka özel sorgulama yeri olarak kullanılmıştır. Sıkıyönetim
Savcısımeşhur Nurettin Soyer, Pol-Der'li polislerden oluşturduğu ve yine
Zeki Kaman'ın işkenceci ekiple, C-5isimli bu barakada MHP ve Ülkücü
Kuruluşlar Davası sanıklarına akla hayale gelmeyecek işkenceleri,kendisi
de bizzat katılarak yapmıştır. Sanıklar ısıtılmış çelik dolaplarda
Filistin askısına asılmış,çırılçıplak bırakılıp elektrik verilmiş,
tenlerinde sigara söndürülmüş ve daha akla hayale gelmeyecekbirçok
işkenceler yapılmıştır. Hatta bu işkenceleri sanıkların anaları,
babaları, eşleri, kız kardeşleri,ağabeyleri, çocukları önünde yaparak
tehditte bulunmuşlardır."
Ülkücüleri ve MHP'yi suçlu göstermek için bu şekilde alınan ifadelerle
soruşturma başlatılmış, tam birtedhiş havası estirilmiş, keyfî
tutuklamalar yapılmıştır. "MHP Genel İdare Kurulu, başta genel
başkanları ben olmak üzere, Türkiye ahalisini ülkücü vekomünist olarak
ikiye bölüp birbirleri aleyhine katliama teşvik etmekle suçlanarak
tutuklandık.Mahkemeye çıkartıldığımızda, yabancı ideolojiye sapmış olan
hâkimin huzurunda tutuklanmamızınhaksız olduğunu, serbest bırakılmamız
gerektiğini söylediğimiz hâlde bu yapılmadı. Zaten ön yargılı olanhâkim,
bizim Türkiye ahalisini ülkücü ve komünist diye ikiye böldüğümüzü ve
birbirleri aleyhine katliamateşvik ettiğimizi gösteren deliller
bulunduğunu ileri sürerek tutuklanmamıza karar verdi.
Hâlbuki savcı, hazırlık tahkikatı sonucunda, aleyhimizdeki Türkiye
ahalisini ülkücü ve komünist diyeikiye bölmek ve katliama azmettirmek
iddiasını değil, Anayasayı cebir yoluyla değiştirmeye kalkışarakfaşist
devlet kurmak istediğimiz suçlaması ortaya sürdü ve dava açtı. Böylece
tutuklama kararı vesebebi terk ediliyordu. Hiçbir mesnedi bulunmayan ve
tamamen uydurma olan faşist devlet kurmakamacıyla Anayasayı cebren
değiştirmeye teşebbüs suçundan hakkımızda idam talebiyle dava
açıldı.Yedi yıl süren mahkemenin sonunda Savcı suçlamasını yine
değiştirdi. Faşist devlet suçlamasından davazgeçip, mütalâasını lâikliğe
aykırı, İslâmî esaslara dayalı şer'i devlet kurmak için Anayasayı
cebiryoluyla değiştirmeye teşebbüs ettiğimiz iddiasına dayandırdı. Yani
savcı suçlamasını sürekli değiştiriyor,ancak talep ettiği ceza hep aynı
kalıyordu: İdam, Sonuçta mahkeme bunların hiçbirini de yerindebulmayıp
suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak suçundan kaç sene tutuklu
kalmışsak ona göre birceza tasarlayıp mahkûm etti. Bunların hepsi de 12
Eylül'ün Türk milletine karşı taşıdığı düşmanzihniyetini ortaya
seriyor."
Türk Ceza Kanunu'nun 313. maddesinin değiştirilmesiyle MHP ve Ülkücü
Kuruluşlar Davası'nındüşeceği yorumları yetmez. "Aslında Türkiye'de
gerçek adalet, adil hâkim var ise derhâl bu davadan yargılananlara
beraat kararıvermeli. Devletini yaşatmak, vatanını sevmekten başka suçu
olmayan, vatanın ve devletin bütünlüğü içinçalışan insanların
suçsuzluğunun ilân edilmesini istemek en tabiî hakkımızdır".
"Memleketimizin şerefi, adalet tarihimizin lekelenmemesi, hukukun bir
parça da olsa yerini bulmasıbakımından, beraat kararı mutlaka
verilmelidir. Ancak bu arada Türkiye'de birçok değişmeler vegelişmeler
olmaktadır. 141. 142. ve 143. maddeler kaldırılmış, Barış Derneği ve
DİSK Davası gibikomünistler hakkında açılan davalar arka arkaya
düşmüştür. Buna göre bizim davamızın da düşmesigerekiyordu. Ancak daha
önce de söylediğim gibi, bizim asıl beklediğimiz, adalet
tarihininlekelenmemesi, vatansever insanların haklarının bir ölçüde
teslim edilebilmesi için hakkımızda bugünekadar yapılan işlemlerin
haksız olduğunu mahkeme kararı ile ortaya konması gerekmektedir.
Bunuyapabilecek olan hâkimler, Türkiye'ye çok büyük hizmet etmiş
olacaklardır. Çünkü Türk adaletilekelenmekten kurtulacaktır."
Gerçekten de "Asrın Davası" olarak değerlendirilen bu davada, Alparslan
Türkeş'in açıklıkla belirttiği gibi,bütün hukuk kuralları gözardı
edilerek, tamamen siyasî hükümler geçerli kılınmıştır. 587 sanıklı
davada,hemen her sanık C-5 işkencelerinden geçirilmiş ve hayâli suçları
"itiraf" edip, imzalamaları için insanlıkdışı muamelelere tâbi
tutulmuşlardır. MHP avukatları, parti üst yöneticilerinden sıradan
vatandaşlarakadar, işkenceye uğrayanları, doktor raporları ile tespit
ettirip, zabıtlara bu tespitleri geçirmelerinerağmen, mahkeme bu konuda
herhangi bir işlem yapmamıştır.
Orhan Çakıroğlu, Yılma Durak, Mustafa Dikici, Aydın Esi, Nuri Demiryürek
ve Celâl Adan gibi pek çokmağdur kendilerine yapılan işkenceleri
raporlarla teyit ettirmişlerdir. Ne yazık ki, Ankara'da Bekir
Bağ,Malatya'da Aydın Demirkol ve Mehmet Kazgan, tutuklu bulundukları
sırada ağır işkenceleredayanamayarak şehit olmuşlardır. Eski MHP'li
bakanlardan ve şimdi ANAP kadrolarında yer tutan AgâhOktay Güner,
işkence yıllarını şöyle kaleme almıştır:"Mamak, yalnızca soğuk, çıplak
acı hatıralar yumağı, bir tutuk ve ceza evinin adı değil, yarın
dünyaişkence tarihi yazıldığı zaman dünya birincisi olmasa bile
ikinciliği kesin olan, insanı eriten, insanıhaysiyetsiz kılmak için
yaratılmış çilehanenin adıdır... 12 Eylül'den sonra, biz milletvekilleri
ve nazarboncuğu gibi tek senatör Ömer Naci Bozkurt "Dil Okulu'ndan
Mamak'a gidip gelen İhsan Kabadayı'nınsüngü tehdidiyle nasıl oturup
kalkmaya zorlandığını, nasıl hakarete uğratıldığını ve yiğitçe göğsünü
açıp"Süngüleyin! Amma şerefimizle oynamanıza müsaade etmem!" diye
kükrediğini çok iyi biliyorum...
Birkaç ay sonra milletvekili olmayan arkadaşlarımız anî bir emirle
Mamak'a nakledildiler. Yirmi dört saatsonra kırk yaşını aşmış olanlar
geri gönderildi. Bunlar "hoş geldiniz" işkencesinden nasip
almışlardı.Saçları üç numara kesilmiş, meşhur kafese konulmuşlar, ıslak
beton zemin üzerinde cop altında"otur!..kalk!" talimini yapmışlardı.
Harp Okulu eski tarih öğretmeni Dr.Tahsin Ünal'ı, hele AhmetKaraca'yı
âdeta tanıyamamıştık. Dört ay sonra arkadaşlarımız geri geldiler ama,
bir Taha Akyol'u fizikîvarlık olarak teşhiste çok güçlük çektik.
Arkadaşlarımızdan dinlediklerimiz, duruşmalar sırasında Mamak'a gidince
gördüklerimiz, işkencezihniyetlilerin soylarına yetecek bir utançtır."
Uzuvlara elektrik vermek, ıslak zeminde çıplak bırakıpcoplamak, Filistin
askısına almak, iffet ve namusa el uzatmak vs. gibi maddi ve manevi
insanlık dışıişkenceler Mamak'ın gündelik uygulamaları hâline gelmişti.
O.Ç. maruz kaldığı işkenceyi davadosyasında şöyle belirtiyordu:
"Saçlarımız ve sakallarımız devamlı yolunuyor. Tırnaklarım bir
şeyleçekiliyor. Sorulan soruları bilmediğimi söylediğim zaman şiddetini
artırıyorlar işkenceden bayılıyorsunuz,
ayılıp tekrar işkenceye tâbi tutuluyorum. Kaçıncı kez bayıldığımı
hatırlamıyorum. Dayaktan altınızapislemek zorunda kalınca pisliğinizi
elindeki sopayla yemeye zorlanıyorsunuz, kısacası yiyorsunuz.
İstediklerinizi cevaplamıyorsanız, anüsünüze cop sokma işlemi başlıyor.
Sonra da ıssız bir yere götürüpelindeki silâhın ağzına mermiler
sürüyorlar, ölümle tehdit ediyorlar. Ananıza, ailenize, bacınıza,
tümkutsal saydığınız değerlere galiz küfürler ediyorlar" Zeki Kaman gibi
eski Pol-Der'li veya Marksistpolisler, MHP Davası sanıklarına buna
benzer yüzlerce işkence uygulamışlardı.
İşte bu şartlar altında MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası 2168 gün sonra
tamamlandı. Alparslan Türkeş,4. Kolordu Komutanlığı 1 Numaralı Askerî
Mahkemesi tarafından, 11 yıl 1 ay ve 10 gün hapis
cezasınaçarptırılırken, MHP üst yönetiminde görev alanların tamamı
beraat etti. Yani parti olarak MHP aklanırken, genel başkanı Türkeş
suçlu bulunmuştu(!). Türkeş hapis cezasınınyanı sıra, Ankara'da sürekli
gözetim altında tutulma ve ömür boyu kamu hizmetlerinden
mahrumiyetcezasına da çarptırıldı. Türkeş, asıl suç unsuru sayılan
fiillerden, yani Türkler ve Yurdakul davalarındanberaat ettirilirken,
TCK'nın 313'üncü maddesinden suçlu bulunmuştu. Yani ortada olmayan bir
cürümdensuçlanmıştı. Ceza ise Türkeş'in ceza evinde yattığı 5 yıla
tekabül etmekteydi. Dolayısıyla infaz yasasınagöre, aldığı ceza, 1 gün
eksiği ile, yattığı süreyi karşılamaktaydı. 12 Eylül hukuku, böyle adil
(!) birkararla, ömrünün en zor yıllarını, haksız yere hapiste geçiren
Türkeş'e suç uydurmuş oluyordu. Tabiî kiAlparslan Türkeş'in bu karara
tepkisi olacaktır. Çünkü bu kararda asıl amaç, onun Türk milletine
hizmetetmesini, siyasî yasaklarla, önlemek idi. Alparslan Türkeş, "Ben
siyasî yaşamıma devam edeceğim.Buna kimse engel olamayacak. Çünkü hukuk
devletinde hukuka aykırı işlemler yapıldı" diyerekhaklı mücadelesini
sürdürmüş ve tarih sözünü gerçekleştirdiğine şahitlik etmiştir. Ceza
evlerininolumsuz şartlarına birkaç kez yorgun bedenî teslim olmuş ve
kalbi zayıf düşmüş olmasına rağmenTürkeş mücadeleden yılmamış,
hürriyetine kavuştuğu gün sıfırdan siyasî mücadelesine devam etmiştir.
12 Eylül yönetimi, partileri kapattıktan sonra, emekli deniz kuvvetleri
komutanı Bülent Ulusu'yu hükûmetkurmakla görevlendirmiş, 1982 yılında
hazırlanan yeni Anayasa, o dönemin şartları içerisinde halkıntasvibini
alarak yürürlüğe girmiş ve Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı bu referandum
ile resmîleşmişti.Bu Anayasa ile eski parti yöneticileri siyasî yasaklı
kavramına alınmış ve neticede "icazetli" partilerinkatılacağı 1983
seçimlerine gelinmiştir. Konsey'in desteklediği Turgut Sunalp'ın MDP'si
ve NecdetCalp'in HP'si ile 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal'ın
başındaki ANAP bu seçimlere girmiş, halk,12 Eylül'e bir nevî tepki
duygusuyla, ANAP'ı %45'lik bir oranla tek başına iktidar yapmıştır.
Seçimlerekendi partileriyle katılamayan milliyetçi-muhafazakâr kesimler,
tepkilerini ANAP'ı destekleyerekgöstermişlerdir. 1987 yılında yapılan
referandum ile "siyasî yasaklar"ın kaldırılması üzerine,
ihtilâlcilerinartık siyaset sahnesine dönmeyeceğini sandığı Alparslan
Türkeş, sıfırdan başlayarak kollarını sıvıyordu.
O yıllarda henüz çok zayıf olan Milliyetçi Çalışma Partisi'nin (MÇP)
başına geçen Alparslan Türkeş, hertürlü zorluğa, yokluğa, imkânsızlığa,
engellemeye hatta ihanete aldırmaksızın yolunda ilerleyecektir.Tarih onu
bir kez daha haklı çıkarmış oluyordu.