Osman Gazi’nin Orhan Gazi’ye Vasiyeti
ömrünü, kurucusu olduğu Devlet-i Âl-i islâm’ın temellerini
sağlamlaştırmak ve onu parlak bir geleceğe kavuşturmak uğrunda adayan
Osman Gazi, 1326’da Söğüt’te vefat etmeden önce oğlu Orhan Gazi’ye
yaptığı şu vasiyet, tam bir siyasetnâme niteliğindedir:
“Allah-u Teâlâ’nın emirlerine muhalif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini
şeriat ulemâsından sorup anlayasın; iyice bilmeyince bir işe
başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı (nimeti),
ihsanı (ikramı) eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim
olma! Âlemi adâletle şenlendir ve cihadı terk etmeyerek beni şâd et!..
“Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet, ikbâl (ilgi) ve yumuşaklık
göster. Askerine ve malına gurur getirip müminlerden uzaklaşma. Bizim
mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa
kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima
herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahu
Teâlâ’ya emânet ediyorum!” Sözlerini tamamladıktan sonra tekrar yanına
çağırmış ve vasiyetine hususî olarak şunu da eklemişti: “islâmbol’u
(istanbul’u) aç gülzâr (gül bahçesi) et!”
[/size]Orhan Gazi’nin Murad Hüdâvendigâr’a Vasiyeti
Babasının vasiyetini tüm titizlik ve duyarlılığıyla yerine getirme
çabasında olan Orhan Gazi, aynı doğrultuda oğlu Murad Hüdâvendigâr’ın da
gayret göstermesi ve fetih bayrağını elden düşürmemesi dileğiyle bir
tür vasiyet mahiyetindeki şu nasihati dile getirmişti: “Osmanlı’ya iki
kıta üzerinde hükmetmek yetmez! Zirâ i’lâ-yı kelimetullâh azmi iki
kıtaya sığmayacak kadar büyük bir davadır. Selçuklu’nun vârisi
(mirasçısı) biz olduğumuz gibi Roma’nın (Avrupa’nın) vârisi de biziz!..”
Murad Hüdâvendigâr’ın Son Duâsı ve şehâdeti
Murad Hüdâvendigâr, Osmanlı’nın Balkanlardaki varlığını koruması ve
devam ettirmesi noktasında çok mühim bir kader mücadelesi olan 1389’daki
Kosova Savaşı’nda, harpten bir gün önce gece kalkıp iki rekat hâcet
(ihtiyaç) namazı kılar ve ellerini duaya kaldırarak yaşlı gözlerle Yüce
Allah’a, zafer ihsanı ve şehitlik niyazında bulunduğu şu son duayı
seslendirir:
“ilâhî, bunca kere duamı kabul edip beni mahcup etmedin. Bir yağmur ver,
şu tozu-toprağı def edip dünyayı aydınlığa boğ; tâ ki kâfir leşlerini
gözümüzle görüp yüz yüze cenk edelim. Yâ ilâhi, mülk ve kul senindir,
sen kime istersen verirsin. Benim fikrimi ve sırlarımı sen bilirsin;
istediğim mülk ve mal değildir. Temiz kalbimle senin rızânı isterim. Yâ
Rab, beni bu Müslümanlara kurban eyle! Tek mü’minleri küffar elinde
mağlup edip helâk eyleme! Bunları mansûr (gâlip) ve muzaffer eyle!
ilâhî, beni yanına alıp, mü’minlere ruhumu fedâ kıl!.. şimdiye dek beni
gâzi kıldın, sonunda da şehâdeti göster!..” Hüdâvendigâr, zafer nasip
olduktan sonra savaş meydanını dolaşırken Sırp Kralı Lazar’ın damadı
Miloş Obiliç tarafından sinesine saplanan bir hançerle arzu ettiği
şehitliğe kavuşur ve dudaklarından son olarak şu söz dökülür: “Attan
inmeyesiniz!” (Yani, sürekli seferlere ve cihada devam ediniz.)
Çelebi Mehmed’in Son Sözleri ve Vasiyeti
Sultan çelebi Mehmed, çocuk denecek yaştan beri üzerine almak
mecburiyetinde kaldığı ağır mesuliyetlerden son derece yıpranmıştı.
Osmanlı’yı, yıkılma tehlikesi geçirdiği fetret döneminden kazasız
belasız çıkarmayı başarmıştı. O kadar ki, vücudunda 40-50 muharebe
yarası taşıdığı belirtilmektedir. Son derece ağır ve karmaşık problemler
yumağıyla boğuşmuş; fakat hepsinin de hakkıyla üstesinden gelmeyi
bilmişti.
Bazı tarihçiler, devletin en kritik anındaki fevkalâde hayatî
hizmetlerinden dolayı, ona devletin “ikinci kurucusu” ünvanını layık
görmüşlerdi. Sultanın şu sözü, tamamen zorlu tecrübelerin imbiğinden
geçirilerek elde edilmiş som bir hakîkatin ifadesidir: “çocuk yaşımda
bunca belâları herhâlde benden başka kimse çekmiş değildir!.”
ölüm döşeğinde ifade ettiği şu vasiyeti ise ne denli tâkat yetmez
sıkıntılar yaşadığının ve verilen ünvânı fazlasıyla hak ettiğinin bir
alâmetidir: “Tez ulu oğlum Murad’ı getirin! Ben bu döşekten herhâlde
kurtulamayacağım. Murad gelmeden eğer ölürsem; korkarım ki memleket yine
birbirine karışır. Onun için Murad gelinceye kadar, aman benim vefâtımı
duyurmayasınız!..” Bu vasiyet gereğince vefatı, şehzâde Murad Bursa’dan
gelinceye dek, 40-42 gün kadar büyük bir özenle gizlendi ve cesedi
tahnid edilerek (ilaçlanarak) sarayda muhafaza edildi.
II. Murad’ın, Geleceğin Fâtih’ine Nasihati
Sultan II. Murad, oğlu şehzâde Mehmed’e, onu ‘Fâtih’liğe hazırlayacak
keyfiyetteki, derin manalar içeren şu nasihatlerde bulunmuştur: “Ey
benim sevgili oğlum! Bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabbim, sana
verdiği üstün meziyetleri artırsın... Ey oğlum! Ben, hayatlarını
doğruluk üzere geçirenlerin ahiret Âleminin sonsuz nimetlerine
kavuşacaklarına inanıyorum. Bunun için Rabbim’e karşı yaptığım
ibadetleri, samimi bir şekilde can-ı gönülden yaparım. Ben çektiğim
sıkıntıların karşılıklarının, Allah tarafından verileceğine inanıyor ve
bu hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdirinin benim için
büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum. Ey oğlum! Her söylenene inanıp
aldanmaktan uzak durmak, her durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi
gerçeğine yaklaşmak gerek.
“Ey oğlum! Ara sıra ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin
âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülilllah bugüne kadar hürmet
ve bağlılık görerek geldik; bugünden sonra da aynı şekilde devam
etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek, yine öylece gidelim
isterim... şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba
kuvvet, kılıç ve kahramanlık zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbir,
sabır, ileriyi görme ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, her
zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. ikinci yol da tek
başına işe yaramaz. Büyük muvaffakiyetler için her ikisini de bir arada
yürütmek gerek!
“Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın
gölgesinde olmuşsa da hakikatte akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle
gerçekleşebilmiştir.
“Ey oğlum! Adâletten hiç ayrılma! çünkü Allah âdildir ve âdil olanı
sever. Bir bakıma sen O’nun yeryüzündeki halifesisin. O, sana lütuflarda
bulunmuş ve kullarının başına serdar eylemiştir; bunu unutma!..
“Ey oğlum! Bu dünyada üç türlü insan vardır: Birinci grup, akıl ve
fikirleri yerinde, istikbâli az çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-i
tabiilikleri olmayan kimselerdir. ikincisi, hangi yolun doğru veya eğri
olup olmadığını bilmekten uzak kimselerdir. Ancak bu duruma kendi
istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasihat
edildiğinde doğru yola gelip hakikati kabul eder ve söz dinlerler.
Bununla birlikte çoğu zaman da duyduklarına uyarak yaşarlar. üçüncüsü
ise ne kendileri bir şeyden haberdardır, ne de yapılan ikaz ve
nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi
bildiklerini zannederler; bunlar en tehlikeli olanlardır.
“Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden
yaratmışsa sevinir, Rabbim’e şükrederim. Yok eğer ikincilerden isen,
sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncülere
dâhil olmayasın! Onlar, ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir
durumda değillerdir. Ey oğul! Pâdişahlar, ellerinde terazi tutmuş
kimselere benzerler. Ancak asıl pâdişah odur ki, ellerindeki teraziyi
doğru tuta. Sen pâdişah olunca, teraziyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O
zaman Yüce Allah da, senin hakkında hayır murad eder; seni sâlihlerden
kılar...”
II. Murad’ın muazzam vasiyeti
Tarihimizin parlak ya da karanlık sayfalarını süsleyen bir kısım Osmanlı
hünkârlarının son anları, ibretli son sözleri ve vasiyetlerini birlikte
okuyalım:
Peygamber müjdesine erişmiş dünyanın en gözde şehirlerinden olan
istanbul’u bize hediye eden Fâtih gibi büyük bir insanı yetiştirerek
tarihe altın harflerle geçmeyi hak eden Sultan II. Murad’ın vasiyeti şu
şekildeydi:
“Tevekkülüm Hâlik’ımadır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Salat ve
selam Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (asm) ve onun iyi, güzel ve temiz
soyundan gelenlerin üzerine olsun. …
(Sultan Murad burada, Saruhan vilâyetinde bulunan malın üçte biri olan
on bin filorinin şöyle harcanmasını vasiyet etmişti üç bin beş yüz
filori, Mekke fukarasına; ve diğer üç bin beş yüz filori, Peygamberimiz
şehri Medine fukarasına harcansın ve ondan beş yüz filori, yine Mekke
ahâlisinden Kâbe ve Hatim arasında toplanarak yetmiş bin kere “Lâilâhe
illallah” kelime-i tevhidini zikr edip sevabını adı geçen vasiyet
sahibine itâ (göndermek) edenlere (Allah hayırlarını kabul etsin)
harcansın.
Yine o paradan beş yüz filori, Peygamberimiz şehri Medine ahâlisinden
Peygamberimizin mescidine toplanıp, Ravza-i Mutahhara’ya karşı oturarak
yetmiş bin kere “Lâilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikredip, sevabını
adı geçen vasiyet sahibine itâ edenlere ve Kur’ân-ı Kerim’i defâlarca
hatmedip, sevabını vasiyet sahibine itâ edenlere harcansın.
Geri kalan iki bin filoriden beş yüzü, Mescid-i Aksa’da Sahra kubbesinde
yetmiş bin kere “Lâilâhe illallah” kelimesini ve defâlarca Kur’ân-ı
Kerim’i okuyanlara harcansın… (Sultan son bölümde şunları vasiyet
etmişti Mezarımın üzerine görkemli türbe yapmayın, üstü açık olsun ve
vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömün ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti
üstüme yağsın.”
Fâtih Sultan’ın eşsiz vasiyetnâmesi
Fâtih’in aşağıdaki tek kelimeyle eşsiz ve muhteşem vasiyeti, Osmanlı’nın
hangi insanî anlayışlar ve gayretler neticesinde “Saadet ve Selamet
Cenneti” haline geldiğinin en parlak bir nişanıdır:
“Ben ki, istanbul Fâtihi abd-i âciz (âciz kul) Fatih Sultan Mehmed,
bizâtihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım
istanbul’un Taşlık mevkiinde kâin (bulunan) ve mâlumu’l-hudut olan 136
bap (parça) dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde (doğrultusunda)
vakfı sahih eylerim:
Bu gayri menkulâtımdan (taşınmaz mal) elde olunacak nemalarla
(gelirlerle) istanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim. Bunlar
ki, ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde,
günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Sokaklara tükürenlerin,
tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar,
ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tâyin ve nasp eyledim
(görevlendirdim). Bunlar ki, ayın belli günlerinde istanbul’a çıkalar,
bilâistisnâ (istisnasız) her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup
olmadığını soralar, var ise şifâsı ya da mümkünse şifâyap olalar (şifa
vereler).
Değilse, kendilerinde hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye
(huzurevine) kaldırılarak, orada salâh (ferah) bulduralar... Ayrıca
külliyemde inşâ eylediğim imârethânede (aşevi) şehit ve şühedânın
harimleri (aileleri) ve Medine-i istanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak,
yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin
loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde
evlerine götürüle.”
II. Beyazıd’ın vasiyeti ve cihat tuğlası
Sultan II. Beyazıd’ın, diğer Osmanlı pâdişahları gibi çıktığı seferlerde
muvaffak olmayı arzuladığı tek gayesi vardı: i’lâ-yı Kelimetullâh
(Allah’ın adını yüceltmek). Rivayete göre II. Beyazıd, çıktığı
seferlerde üstüne bulaşan tozları yok etmeyip biriktirerek bir tuğla
döktürmüştür. Bundaki maksadı, cihat emrine uyduğunu ispatlamaktır.
Hattâ bu tuğlayı ömrünün sonuna kadar yanında taşıdığı ve üstelik
kabrine konulmasını dâhi vasiyet ettiği nakledilir.
Böyle bir vasiyette bulunabileceği, Kırım Hanı Mengi Giray’a gönderdiği
şu mektuptaki, şiddetli bir cihat arzusu ve hassasiyeti taşıyan
ifadelerden de bellidir: “Cihat ve gazâ emri, islâm Dini’nin en baş
yoludur. Sultanlara düşen de bu yolda bulunmaktır. Fakat geniş
topraklarımız üzerindeki reâyânın (halkın) hâllerinden yalnız ben
sorumluyum. Yarın Allah’ın huzuruna vardığım zaman; “Bayezıd! Sana bunca
iklimleri ihsân edip, cümle ibâddan (kullardan) seni seçtim ve birkaç
günlük saltanatı ve hilâfeti sana lâyık gördüm. Kullarım arasında nice
benim emrimi icrâ eyledin ve ne târik (yol) ile adâlet eyledin?” diye
buyurduğunda hâlim ne ola ve ne hâl ile cevap vereyim diye düşünür
dururum...”