Türk Yıldızları
Türk Yıldızları
Türk Yıldızları
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Ne Mutlu Türküm Diyene
 
AnasayfaKapıGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Mareşal
Forum Kurucusu
Forum Kurucusu
Mareşal


Mesaj Sayısı : 293
Kayıt tarihi : 21/03/10
Nerden : Türkiye

Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler Empty
MesajKonu: Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler   Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler I_icon_minitimeÇarş. Nis. 14, 2010 7:25 pm


Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM


Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle
buyurdular : “Eğer irşad etmek vaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz
eden, nasihatta bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin
bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil”
demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve
nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtın manevi tasarrufu tesir ve
irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “
Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meşgul
oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.)
(Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş
: “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”

Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok
kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin
çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs
(K.S.A) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat
tasarrufu maneviydi. Manevi tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu
vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza
başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede
ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter. Babası Gavs-i
Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içinde bir
feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbet
ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütün
millet cezbeye kapılıyor.”

Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’a itirazda bulunmuşlar: “Kim
biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler.
Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Ben biliyorum onun Gavs olduğunu.
Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin
müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım
bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişi bile gelmiyor.
Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh
AbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz
kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz
âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde
sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden
bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi
peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz
edenleri ikna etmiş oldu.

İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetli
vaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak
sohbet ederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle
olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.

İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun,
ahlâkının değiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete
bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden
daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen
hissediyor. Bütün bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.

Seyda Abdurrahman Tâği Hazretleri henüz tarikat
almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavs midir acaba? Bir
ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını
karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizani (K.S)
bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’e doğru git, orada
Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle, misafirlerim
çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya
kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i Tâği
Hazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’i
bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi.
Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor,
köyüne davet ediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vallahi ben de
ziyaretine niyet etmiştim. Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek
gelen mollayı o gece misafir ediyor.

Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs
haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki
bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri
ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden
“Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye
yaklaşmaktadırlar. Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile
yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen
orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra
gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya
başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacak bir yer
olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâği
Hazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan
ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizani
Hazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile
yok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden
geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye,
“Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtın
himmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra
tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer
manevi tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir
bağlılık olmasına imkân bulunur muydu?

Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara
hastalanmış, bir müddet için cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir
magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve
çağırtmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya
mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak
kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve
beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifak
etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret,
“Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor.
Huzurundan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet
olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl
geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten
Hazretin hanımı, çocuklarına, “Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi
tasarruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar lâf u güzaf
peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlar manevi tasarruf peşinde
koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda
Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ” diyerek
ağlıyor.

Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat
şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak
yapar.” Onlar sohbet peşinde değiller.

Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir,
lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet
Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak
içindir. Üç – dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen
mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir.
Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek
mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati’ne alıştırıncaya kadar
sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu,
Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet
verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarruf
cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun
işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka
sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap
ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az
sohbetle çok geniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle
değil, Batınî olan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise
manevi tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir
vasıtadır.

İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte,
bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün
tasarruf işleri, manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun,
rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın.

Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi
tasarruf olmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı
zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan
muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa,
Nakşîbendiye tasarrufu bulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak
mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana
musallat olan iki düşman vardı sadece; Nefs ve şeytandan başka bütün
âlem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveî maneviye olmasa,
Nakşîbendi silsilesi ve onların himmeti bulunmasa mücadele edip muvaffak
olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâti kendinde bulamaz.

Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen
yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve
destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını
muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.

Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı
Pâkistan’da, Hindistan’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara
kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah
yolunda olmak, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın
menfaatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler.

Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i
(Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş
gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni
yanına çağırarak şöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar,
zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını
sürerek yoluna devam etti.

İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için
insanın kendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye
çalışmalıdır.

Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir.
Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.

Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e
gitmiştim. On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm,
yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş
tarafından bir ağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet
ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim
de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete
giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen,
çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet
hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber
hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp : “Haydi gidiyoruz.
Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o
gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçin öyle dediğini
anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir. Sen güzel
yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte
bunun için Hazret seni götürmedi.

Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu :
“Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle
beraber yiyorum. Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?”
“Aşağı divanda yatıyorum, kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan
çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı
divan hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu
için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir.
Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyi gibi zatlar hep orada kalırlar.
Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seyda’nın divanıdır. Orada çok
hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir
yer orası” dedi.)

İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan
istifade eder.

Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in
huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha
hatırlayamayacağım başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana
çevirdi. “Molla Ramazan” dedi. “Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço
de bakayım” dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i
Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâ Molla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini
yenememiş” dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirmediğimden dolayı çok
pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse
yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonra emrini gözetlemeğe başladım.

Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen
yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla
Ramazan, bana biraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla
Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye
başladım. Hazret o kadar güldü ki… Dedi, şuna bakın hele, ben su
istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama
böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu.

İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe
kendini yok bilmelidir.

Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir
sofisi Seyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla
Abdurrahman Çoğreçi’nin sohbetinden söyle” dedi. Sofi ise: “Vallahi
Kurban, aklımda hiç sohbet yok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına
gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti
hatırladım. Şeyhim derdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.”
Bu söz Seyda’nın hoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vallahi, çok doğru
bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan
nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan
bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor,
yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok
eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu
müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha
güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına
dönüp, “Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye
ver.” Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye
var” dedi. Seyda, hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak
istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan
ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir.
Gavs’ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim”
buyurdu.

Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su
üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne
zaman nefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.

İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun
gibi ilâhlık davasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri
yüzünden bu felâketlere uğradırlar, o hallere düştüler. Nefisleri
büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden
üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde
etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar.
İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular.
Sanki Firavun kendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu
tabii, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef
büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü
nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir
kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi.
Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede padişahın sadık
adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi
azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketler açtı.

İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü
karşısında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında
bir pire kadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl
meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?

İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azameti
Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin
telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.

Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini
tanımayan Allah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını
düşünmesi lâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek
ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire
kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve
bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona
mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o
insan yok sayılır.. insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu
payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.

Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi
nefsten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne
zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk
olmadığını (nefsani yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz.
İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.

Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına
bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi?
Tabii ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır.
Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i
Hüda’ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde
kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket
etmesi her emre mutlaka uyması gerekir.

Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar
arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu
büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur.

Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde
imiş ki, diğer sofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış,
molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun
garip bir sofi olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.

Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış.
Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşada
giderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu duruma
Seyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin
oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet
etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken
Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma
muttali olan Şeyh Fethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve
ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim
etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.

Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet
etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu.
Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevi değer kazansın,
diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı
olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat
görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle
de oldu. Hazret’in birkaç senelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah,
Hazret’i çağırıp, “artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın
makamına geç ve irşada başla” diyerek irşad makamına oturtuyor.

İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve
fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://turkyildizlari.forummum.com
 
Gavs S.AbdulHakim (ks) den Sohbetler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Türk Yıldızları :: İslami Sohbetler :: Menzil-
Buraya geçin: